Wednesday, May 31, 2006

“Laß Dir Zeit!” ("kendine zamanın ola!")

“Ein Mench ist in einem Zimmer gefangen, wenn die tür unversperrt ist, nach innen öffnet; er aber nicht auf die Idee kommt zu ziehen, statt gegen sie zu drücken.”

Ludwig Wittgenstein

("Bir insan içeriye doğru açılan bir kapıyı, boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa; odada hapistir.")

Sunday, May 21, 2006

BEN BİR KEDİ OLSAYDIM

Yine kalır İstanbul’da yaşardım
ben bir kedi olsaydım
parke taşlı sokaklarda dolanır
iğde ağacına tırmanırdım
bogaziçi susamışlığıyla yanmak ne güzel olurdu
susamışlık hem de balıklı
bal gibi görürdü gözlerim turkuazı ben bir kedi olsaydım
anlardı sahibim olmayan sahibim beni, anları da
beyaz piyano tuşlarını ısıtır kâseme dökerdi
ben olsaydım bir kedi…

Ayla Pakyüz, 1995

GİZLİ ÖZNE

ne çok seviyorum benimizi
bilseniz
aslında hep sevdiğimiz gibi
beni

Ayla Pakyüz, 1995

BİR EDİLGEN SİNOPSİS


Mutfaktaki yandan duran
piyano kaynatıyor cezvede
zamanı işlemiyor saat
hem o resim de sahte
koltuklarda film olan saçları
saçları omuzaltı hizalı
birimsiz erimlerinin dili
yokoluncaya kadar varolmak
yani derdi var ikisinin de
saatini bilmiyor zaman
yakılmış delikli şeritlerde
piyanonun beyaz tuşları eritilir
var olunca yok olmak için
süt kasesinde

Ayla Pakyüz, 1995

GUERNICA RESMİ İÇİN




Ayla Pakyüz
1996 Milliyet Sanat


Çingenelerimden en iyi falcıyı getirin
el falıma baksın
getirin, kaskatı avuçlarıma dokunsun
bu dünyadan iyi falcı yoktur
öyleyse okusun gözlerimden yüreğimi
ağlayan kadınların
gözyaşlarını içerken karanlık canavar,
bilir miydi onların öldüğünü yaşarken
libidoları yakılırken ateşlerle
ölü çiçeklerin bile artık süsleyemediği
o güzel başlarında
anacıl fikirlerin parçalandığını
kökünden çekilen saçlarının
arkaya ittiği boynundan
soluklandığı korkuları
korkusuzluğa dönüştürebilir miydi
ışıklar
bu ışıklar nereden geliyor peki?
güneşleri karalayan kanlar
kırmızı değil
memeleri kan ağlayan kadınlar da
pembe değil
mavi gökyüzünde bulunur mu
azıcık, mavi, penceremden görünür mü?
Kim ışık tutacak
renkleri solumam için?...
Çığlığımı yükseltiyor dumanlar:
Düdüklü tencerede pişen rostoyum ben!
Buharlı tren gibi
tek raydan gidiyorum;
sağa gitsem devrilirim,
sola gitsem devrilirim
bir tek geriye gidebilirim
ileriden başka.
İstemem onu da…

1996

HAVADAN SUDAN


Suya değdirdim ayaklarımı
bulutlara karışırken memleketsiz sisler
bir dalga sesini çığırdım ıslığımla onlara
zamanın ardına itilmiş ıssız kıyıların
şimdi öksüz kayalıklarında

suya değdi ayaklarım
martıların karaya saplanmış gagalarına
dikkatini çekemedim göçmen kuşların
havayı suyu düşündüm bir kez daha
bir tek kendisini göremeyince gözüm
konuştum havadan sudan
kalabalık adalar arasında

vapurlarla yarışmaktan yılmış bir martı
şiirine isim bulamayan bir şair kadar dalgın
dolanıyor damlarda bacalarda
yalnızlığı artık istemeyen bir yalnız gibi seyri
hüzünleriyle konarken gözümün deryasına

suları köpürtse de seferleri vapurların
köpürmüyor eskisi gibi
büyüdükçe küçülen hayaller
ufkun sonsuz tüneline çekildikçe
umutlar gözden yiter
vapurlar küçük artık
değil bir küçük gözdeki gibi

yine de büyümek güzel
her yaşta çocuk olmak
umutsuzken umut
yolcuyken
yol

Ayla Pakyüz, 1999

YOL


Kaldırım kenarında bir siper
gölgesiz yolcuların sığınağıdır
her noktada yeniden başlayan tümceler
sonsuz takiplerimin nesnesi
gölgeme benzer
bir kaçan bir kaybolan
izsiz lekelerdir

ardından yetişemediğim zamanın
kanıtlarını silen güneşin peşinde
bir şey arıyor dünya
ne de düzgün yuvarlanarak

aydınlığı hiçliyor şu barışsız öfke
içkin bir savaşı istemedi hiç
ölüsünden sıyrılıyor üst beden
önce öksüz bırakılıp
gömülüyor tarihe
dimağımıza atılan kurşunlarla
yitirilerek artıyor zaman
sonra ekleniyor süslenerek
satırların sabrına

usumu uyandıran soluksuz karmaşanın
kaybolmuş dehlizlerinde fark ettim
her biri aynı patikaya çıkan kapıları
merakım da olmasa göremezdim
kara bir tünelin ucundan başlayacağını
en tekin yolculuğumun

bir kapı seçtim daldım içine andan
sezgimi örseliyor artık
konuşmak havadan sudan

Ayla Pakyüz, 1999