Sunday, January 30, 2011

İstanbul Sanatçıları

İstanbul Sanatçıları

Rüzgâr Şiir-Yaşam Kitabı II
Nisan 2000, Sf. 54-58


VAPUR

O bir seyyar iskele
Suya battıkça doyan yosunlarından belli
Hiç gördünüz mü güneşin oturduğu yeri?
Her biri altın doğuran ilmiklerden bir hamak
İskeleden kalkan vapurun içindeki “siz” olmak
Ne özlemdir
Seferi kaçırmakla görülen
Bir düdük öttürülmeyle durur zaman korkudan
Saat kulelerinde
Güneş de uykuya dalmıştır zaten

- Nerde?…


İstanbul sanatçısı vapur kıyıya yanaşırken bir an önce inmenin telaşına değil, o vapurun kıyıya yanaşırkenki güzelliğinin heyecanına kapılır 
(-İstanbul dönüyor-dur). Ağlamaklıdır. Ama bir türlü yanaşamayan vapurda sinirden ağlamaklı olanlardan değil, bu güzellik karşısında ağlamaklı olanlardandır: bir fenomendir vapurun iskeleye yanaşması İstanbul’da… Onun duygusallığı güçlüdür, tanığıdır tüm kendine olanların. Bu kendine olanlar devingen bir duyarlılık eylemidir. Bir hatırlanır, bir unutulur. Vapur deniz üzerinde bir yükselir, bir alçalır.

İstanbul ressamları farkındalık yaşamasalardı çizemezlerdi. İstanbul şairleri farkındalık yaşamasalardı dizemezlerdi. Ya bu gürültüler farkında olabilselerdi İstanbul şarkısının nağmelerinin; Boğaziçi sularının damlaları olan notalarını bozamazlardı. Ötekilerce bozulan yüreklerini acıyla tamir eden sanatçılar yaratmasalardı, üretmeselerdi, mutlu olamazlardı. Oysa ki onlar mutsuzluklarıyla bile mutlu olabilen, güneşi kapalı havalarda yakalayabilen görüntü ve imge avcılarıdır. Şehrin pencerelerine vuran güneş ışıklarının yansımalarını kendi gözbebeklerinde görebilenlerdir. Onlarda göz kendisini görebilir. Gözleri görmese bile İstanbul’un rengini duyabilirler. İşitmeseler de her sesin hareketi kaydedilir uslarına; sesleri ya çığırır ya da sustururlar yetkesiz. D ü ş ü n ü r l e r….

İstanbul sanatçısı İstanbul’da bir yerde İstanbul’un ruhunu hissedemediğinde aç kalır, susuz kalır. İstanbul’da İstanbul’u aramaya başlar, istisnasız ve kaçınılmaz:

İstanbul’da bir gözde mekanda açıkhava kokteyli verilir, sanatsal bir etkinlik vesilesiyle. İçkiler, mezeler dağıtılır. Kahkahalar kaosuna uyum sağlaması mümkün olmaz İstanbul sanatçısının. Ayrılır usulca. Arka bahçedeki çimenleri görür. Yönelir. Kuru yaprak toplamaya başlar. Çimenlere uzanır. Yalınlığın ve yalnızlığın samimi kokusunu içine çekip kokteylin yapıldığı mekana geri döner. Sıcak mezeler dolaşır soğuk bedenler arasında. İstanbul sanatçısı yemeğe düşkün, ama aç aç terk eder bu maskeli baloyu.
İ s t a n b u l  i l e  b u l u ş m a y a  g i d e r.

İstanbul sanatçısı, Galata Kulesi’ne bakarak balık ekmek yemek ister, ama iştah kalmamış. Sorar İstanbul’a gözleriyle bir uzun soru:

-        O meze sanatçıları nasıl bir araya gelip de dedikodu yaparcasına, konuşulacak “konuşulmayacak konuları” bulup, sohbet eder gibi yapıyorlar. Sanatçının sezgilerini dökmesi sözkonusu olmalıyken, bu sözler ve sorular dökülüyor boşluğa. Neden?

İstanbul, tarihi kadar uzun bir cevap verir martılarıyla:

-        Cevabını bildiği sorular sorar aslında sanatçı ve doğru yalanlar söyler. Kendini tanıtmaya da ihtiyacı yoktur. Zaten kendini ifade eder yaşamakla. Yarattıkları ise onun için nefes almak kadar kolaydır. Sanatçı söylemez “ne zorluklarla yarattım ben bunları” diye bir söz. Onun yaşamı zor olmuştur. Sanat kolaydır onun için. O yüce kolaylık olduğu zaman yaşam yaşanır olur. Mümkün olmaz nefes almadan yaşamak. Sanatçının ciğeri yarattıklarındadır, .................................. 

İstanbul sanatçısı söze atılır:

-        seni anlıyorum İstanbul.

-        (Henüz an-lamadın).. Beni tanıtmasınlar. Ben tanımlanamadığım için tanıtılamam. Beni yaşayarak anlayanlar, yaşayanlar bilir. Ve onlar güzelleyebilir.

El nemine bir ağıt yakar İstanbul;

(Nice yağmurlar ağladı sana
dillerini döktü, bağrını yaktı da
güzelledi bulutunu güzün ıslak hisleriyle
çok yağmur gördün
görmedin yağmuru gözünle bile görmedin
saçların bildi neminin görgüsünü
üşüttürmedi başını, belle bunu
başı ılık başlayan ağıt döndü güzellemeye
elleyemedin…)

Gök iyice gizler yüzünü, güneş yitiktir, bulut bulanık. İstanbul sanatçısı balık ekmek kokuları arasında, Mısır Çarşısı’ndan gelen İstanbul’un fısıltılı sesini duyar:

Güneşlerin gidişini sinesine çeken
vakumlu bir çağrıdır gözleri
baharatlı tütsülerden
tarçınlı bir nefes al da uç Galata Kulesi’ne sislerden
altından bin mor güvercin
haliçlere her sabah lale tohumları döker
kanatlarından..

Bir kedi dolaşır İstanbul sanatçısı ayakları arasında, üşenmeden, yaşlanmadan.
İstanbul’un kedileri düşündürür:

Yine kalır İstanbul’da yaşardım
ben bir kedi olsaydım
parke taşlı sokaklarda dolanır
iğde ağacına tırmanırdım
boğaziçi susamışlığıyla yanmak ne güzel olurdu
susamışlık hem de balıklı
bal gibi görürdü gözlerim turkuazı ben bir kedi olsaydım
anlardı sahibim olmayan sahibim beni, anları da..
Beyaz piyano tuşlarını ısıtır kâseme dökerdi
ben olsaydım bir kedi…

İstanbul sanatçısı hayal kurar………………………………………………………….. :

İstanbul’da yaşam devam eder. Sis bir görünmezcilik oyunu oynar, şu köşe kapmaca oyununu bozarak. Boğazdan yalpalaya yalpalaya koşan yeli nesnelleştiren bir şair, o yeli avuçlarıyla tutar ve o avuçlardan hüzünle bakan bir yüzün yanaklarına üfler. Yel yanakları yalar, yaşama tanıklık başlar. Yaşama cesurlarını alkışlayan yapraklar; dalları gıdıklar güldürür. Tanrılardan cevap bekleyenler teklif sunarlar O’na; “değiştirelim mi yaşamın şuracığını?”. Bir gün gelir güneş bile gıpta eder, hayallerinden caymayanlara, o da hayal kurar ve doğmayı unutur. Otobüslerin teğet geçtiği morarmış yapraklar kopuverince dalından, bir insan yüzüne düşer ve yeşerir. Bir yanak daha tanık olur unutulmuşluğa. Bir ressam güneşin denize düştüğünü, üstüne de kuş konduğunu görür. Adamın biri, yalnız yaşadığı evinde pencere önünde soğan doğrar sırf ağlamak için. Bir sokak çalgıcısı, dökülemeyen gözyaşlarına melodi damlatır, dudağında biriken heyecanlarıyla gitar teli parasını çıkarır. Yanık yüzlü bir çocuk, elinde çantasıyla dalgın ve üzgün yürüyen bir genç adamın peşine takılır. Ama nerden bilebilir ki o adamın yüzünü değiştirmeden yaşamayı seçtiği için tutunamayan işsiz bir işadamı olduğunu, son işinden maaşını almadan ayrıldığını, çantasında kısa film öyküleri taşıdığını ve öykülerden birini sokakta mendil, çiklet satan çocuklar üzerine yazdığını, ama mendil alacak kadar meteliği kalmadığını. Bir iş hanının kapısından çıkarken karşı duvarda ‘ağlamanın resmi’ni gören muhasebeci kadın, aslında seramik sanatçısıdır. Çamur yerine para yoğurur:

Dolabını iyi kapa, dosyalar üşümesin
içinde tilkiler uyur çünkü onların
var gözlerinde bir uzaklık
var uzak dağlarında yeşilini özleyen bir çift gözün
ertelemiş miyim ne bu günü    
bir tek zaman geriye akıyor gibi gözümden
çamurunda yoğrulsa da erimlerin
sır çıkmaz ateş olmayan yerden…

Buzdolabı, fırın satılan bir mağazanın satış sorumlusu aşık kadın, mesai saati bittikten sonra balık pazarında dolaşırken ayaklarının dibindeki kediyi farkeder. Birazdan evine dönecek, satın aldığı balıkları ayıklayacak, buzdolabının derin dondurucusuna istifleyecek, şarabını yıllandıracak ve bekleyecektir. Dilinden düşmeyen bir şarkıyı söyleyerek iskeleye doğru yürür. İstanbul’un sesi, vapur düdüğünden çıkan tınıdır. Kısadır ama yaşamlara yetecek kadar derindir:

Sinemde aşkın tılsımını büyütürüm. Bir vapur yolcusunun, lüks salon biletine karaladığı dizelerine konarım”;


Söyleyecek sözüm yok
yaşayacak günüm var su içmeli
haber etme bana da yaşadığımı bileyim
yaşın başın bana ne
anlatmayın artık yeter
ah kendini görebilse gözler…

İstanbul’un siluetinden kopup gelen bir gölge kaplar beyaz kağıdı.

İstanbul sanatçısı vapuru kaçırır. Onu kaçırmakla görülen bir aşkı hatırlayarak, yaşamının yeni başlangıcını yaratır;

- İşte orada…


(1997’de yazıldı..)

Rüzgâr Şiir-Yaşam Kitabı II
Nisan 2000, Sf. 54-58