Friday, October 05, 2007


BÜYÜLÜ KANEPE

Kumaşı karanlığın teninden
deseni ense ağrısından
elleri yorgun bir bedenin belinde yitikliği yoklar
nabızlara dram yükleyen gecenin
turuncu zehiri sürülür bakışlarına
arayış oturuşlarıyla

izlenimi yanıltıcı
unutulan bir elemandır ışık
sokak lambalarında deforme
kapalı göz karanlığına kapılan gözler
göremez ağlayan teneke topu

anlaşılan bir oturuş arayışı vardır
kanepeye kananların
kolların en mutlu olduğu
bacakların en mutlu
gözyaşları kimyasını bozar
sancısı geçer mutlu sanrıların


Ayla Pakyüz

1996

Thursday, October 04, 2007

8 ressamlı bir masal


IŞIK TOPLARI

Ayla Pakyüz
1996 Milliyet Sanat Dergisi



Bir insan...
Kadın ya da erkek olmasının bir önemi yok.

Zaman içinde bulunduğumuz yıllar, bir şimdiki zaman masalı.
Mekan değişiyor… Dünya deviniyor..
Önce güneşin her yerden görülebildiği bir yerde başlıyor. Çünkü şehirde gitgide çoğalan binalar yok; gözün manzarayı en geniş açıyla gördüğü bu beldede. Doğanın ağaçları, çiçekleri, suları, toprağı, ne zaman doğduğu bilinmeyen bir başlangıçtan gelmiş bu günlere. Kendini büyütmüş her bitki; güneşle, yağmurla, rüzgarla...

‘Bir İnsan’ şehirden gelmiş buraya... Ağaçlarla konuşmuş. Ağaçlar onunla konuşmuş. Kuşlar göğü anlatmış, çiçekler anları, toprak böcekleri anlatmış. Patikalardan geçmiş ‘Bir İnsan’. Ayağı yere basan hayvanlar görmek istemiş. Onlar ise görünmemişler. Çünkü burada avcılık yapılmaya başlanmış. Meğer yakınlarda köyler varmış, evler varmış. Meğer insanlar varmış yakınlarda. Hatta oteller varmış. İnsanlar doğaya yaklaşmak istemişler.

‘Bir İnsan’ insanları da görmek istemiş. Tanımak değil izlemek istemiş, belki de paylaşmak istemiş güzellikleri... Ama umduğunu bulamamış. Şehirden gelen bu insanlarla, kendi de şehirden geldiği halde, aynı şeyleri görememiş, üzülmüş. (‘Bir İnsan’ın gördükleri ‘şey’den başka bir kelimeyle ifade edilemezmiş ama ‘başka bir şey’ olduğu kesinmiş. Gördüklerinin toplamı olan bütün, ‘Başka Bir Şey’miş.)
Köylüleri ararken gördüğü hep aynı yüzler olmuş; gerçek olmayan yüzler. O da güneşin ışık tuttuğu çiçeklerin yüzlerine döndürmüş bakışını. Tüm ruhların sonsuz bir huzurda olduğunu hissetmiş; aydınlığa yönelirken yollar...

Ne var ki; sosyal bir varlıkmış bu ‘Bir İnsan’. İnsanlarla bir arada yaşamak zorundaymış. Mesela yemek yiyebileceği, içki içebileceği, müzik dinleyebileceği yerlerde hep insanlar varmış. Kendi olmayan bu insanlar yaşamıyorlarmış ve onu görmüyorlarmış.Yalnız kalmış kalabalıklarda ‘Bir İnsan’…

Ona bakıyorlarmış...

Yine sıkılmış ‘Bir İnsan’. Bu kez rüzgarları dinlemiş, kendine gelmiş, yalnızlığı sevmiş.


Gece olunca yıldızlarla dansa gitmiş. Bir mavi yıldız gülümsemiş ona. Anlaşıldığını anlamış... Mavi yıldızı anladığını anlamış... Anlamlanmış... Bu duyguyu ona inanmayacakları için kimseye anlatmamaya karar vermiş. Yıldız, ‘Bir İnsan’ ı aydınlatmış ve gökyüzünde uykuya dalmış.

Aydınlanan “Bir İnsan”, zamana küsmüş. Zaman geçse de, ‘zaman hep aynı zaman’mış artık onun için: ‘Işığı Bulduğu Zaman’... Işık; hiç hayal etmediği, hiç arayışı içinde olmadığı bir ışık...

Yaşam devam ederken düşünmeye devam etmiş ‘Bir İnsan’. Bedeni parçalandıkça kendini doğurmuş. Bir çöp dolu kovanda, taşyaşamgil mermer katmerleri, çiçek kalıplı kumları, çağcıl tekerleklileri, patikaların deforme olup taş satıhlı vadilere dünüşmesini ve bu vadilerde dağların yerini alan -keskin köşeli- göğe dokunmaya çalışan tepeleri, doğaçlama öten kuş sesleri yerine öttürülen detone düdük seslerini, yapraklar yerine hemen her nesnenin üzerinde bulunan -kitaplardan sökülmüş- harfleri ve bu harflerin yalan tebessümlerle tek boyutlu boğulmasını yok edemeyeceğinin idrakinde olduğundan, demir çalılar arasından güneşi almış, büyüteç niyetine kullanarak; tükenmemek için direnen doğa kümelerini görmeyi başarmış. Işık topları yayılmış gördüğü üç boyutlu her yere...

Küstüğü zaman ilerledikçe bir ışık tozu kaplamış gördüğünü ve görmediğini... Bütün renkler ölmüş. Çünkü artık renklere ihtiyacı yokmuş. Bütün renklerin toplamı zaten o ışıkmış: ‘Gözlerdeki Aklık’...

‘Bir İnsan’ bir ressammış. Renkleri anlatmış. Renklere kendini anlatamamış. Okyanusta kaybolur gibi olan ama nerede olduğunu bilen bir damlaymış belki de; bir başka masalda varolan...

Bir çınarın altında
güneşi uğurluyorum yalnız mı
yalnız
o patikaya yürür yüreğim
içinde mıknatısıyla

kayalardan bir tin zerreciği çeker
unutulmuş
öyle minik ki bedenim
orman evren olmuş... (1)

En köylümsü selamıyla izler başları
başlığım
ışığım kendi sesini dinler
çünkü o başka bakışlar var ya
bakışımı siler. (2)


Işığım ormanından süzülür
bir köyevine
köyevinde pencere
pencerede pervaz
güneş pervazın altında

gözlerimden bilyalar fırlar
pervazı deler... (3)

yürümüş elimdeki mektup
-öbür elimde de elma-
Arles sokaklarında
kulağım bir şarapevinde
kötü müzik dinlemiş
gözlerim sıkılmış yüzlerden
çirkin gülüşlerden
Saint Remy’ye yürümüş ellerimle
gökteki ışığı üflemiş de söndürmüş
fırtına
yıldızlar doğmuş bu yüzden...(4)

Gittiler...
Yaşamdan ayrıntılar gitti
bütünsel bütünsel ezgiler kapladı
kopuk şiirlerin vadilerini
konturlu ışıklarını kesti makaslar
çıplakların... (5)

Işığın zamanla arası açıldı
kayboldu
yırtık pırtık dalgalar değdi
gözyaşlarıma
onu ben buldum
ampul sinirlendi, küplere bindi...(6)

Erimiş ampulden kadeh elimde
bir güzel çekiyorum kafayı
kafamın içinde ışıklar besleniyor
karıncalarla (7)

Nesnelerden

tin zerreciği çeker yoklumlarım
onlar da yokolurlar...
Evrenin materyal süsleri silinir
renksiz bir boşluğu yüceltir
görmelerim... (8)

Öyle minik ki aklım
O zerreler var ya
kafama düşer...


(1) Caspar David Friedrich (1774 – 1850): Alman romantizminin en önemli ismi Friedrich gizemci içerikli manzara resimleri yaptı. Doğa görüntülerini duyumlarıyla ve hisleriyle esrarengiz bir görselliğe dönüştürdü. Uçsuz bucaksızlık, yalnızlık ve ruhsallık duygusunu bazen aşırı melankolik bir ifadeyle resmetti. İnsanları; doğa güçleri karşısındaki çaresizliğini yansıtmak amacıyla küçük boyutta ve sırttan çizdi. Yapıtları içerdikleri yalnızlık duygusunun farkedilmesiyle 20. yy’da yeniden önem kazandı.


(2) Gustave Courbet (1819-1877): Natüralist resmin öncülerinden olan Fransız ressam Courbet doğadan ilhan alıyordu ama Barbizon ekolü ressamlarından ayrı bir gerçekçiliği vardı. Romantik etkilerden uzak, basit konuları işlerdi tablolarında. Geleneksel sanatsal değerleri bir kenara bırakıp çizgisel yapıdan çok, ışık ve renk tasviriyle nesnelerin ifade edildiği izlenimci resmin temellerini attı. Fontainebleau ormanında çalıştı, köy manzaraları, av sahneleri, deniz manzaraları, kırsal burjuvazi ile köylülerin ilişkilerini gösteren resimler yaptı. Gerçeği doğru olarak süslemeden, idealleştirmeden yansıtmak için köylüleri yüceltmeden olduğu gibi resmetti. 1821’de kurulan Paris Komünü’nün devrimci etkinliklerine katılarak Sanatçı Federasyonu Başkanı oldu ve yenilikler getirdi.


(3) Camille Pissarro (1830-1903): Kapıyı açıp dışarı çıkan ve güneş ışığından açık havada yararlanan empresyonistlerin en yaşlısı olan Danimarka uyruklu ressam güçlü ve geniş fırça darbeleriyle çalıştı. Titrek ve yumuşak ışık kullanırken biçimleri diğer izlenimcileri gibi ışıltılı renkler içinde eritmiyor, güçlü renklerle takviye ederek onların belirginliğini koruyordu. Sürekli yeni arayışlar içinde olan ressam virgül şeklinde fırça vuruşlarıyla coşkulu renkler elde etmeye başladı ve sonradan yeni – izlenimciliğe yöneldi. Önceleri köy ile ilgili resimler yapan Pissarro empresyonistlerin çoğunda olan – açık havada güneş ışıklarını takip ederek, gözlemci çalışma sonucunda ortaya çıkan- kronik göz iltihabına yakalandı ve dışarı çıkamaz oldu. Çalışmalarını Paris’te tuttuğu bir otel odasından gördüklerini resimleyerek sürdürdü.


(4) Vincent Van Gogh (1853 –1890): Bir mutlak varlığın ardından koşarak dinadamı olmaya olan zaafı, bunalımları, tanrı ve ışık özlemlerini resimlerine yansıtması, ışık alanındaki ömrü boyunca etkilendiği hayal kırıklıkları, edebi değeri olan kardeşi Theo’ya yazdığı mektupları. Gauguin ile olan ilginç dostluğu, kulak kesme hadisesi ile sanat tarihinde trajik bir kişilik olarak yerini alan Hollandalı post-empresyonist ressam; ifadecilik ve dışavurum özelliği taşıyan resimleriyle ekspresyonistlerin de öncülü oldu. Kendini ifade edebilmek için akli dengesini hatta canını bile gösden çıkarması umutsuz bir çaba olarak kaldı. Coşkulu renkler, çizgiler, parlayan güneşler ve yıldızlar kuşkulu bir anlama, arayışa dönüştü.


(5) Pierre Bonnard (1867 – 1947): Nabilerin kruucularından olan Fransız ressam; Japon estamplarından etkilendi, ev içi ve aşırı şevkat duygusu uyandıran nü resimleri yaptı, nötr renkler kullanarak, şiirsel, özgün ve yoğun bir lirizme yöneldi. Nesneler ve figürler üzerindeki ışığın parıltısının izlenimini korudu. Ancak empresyonistlerden farklı olarak canlı güneş ışığı değil soluk ve parçalı ışık betimlemesi yaptı. Keskin çizgilerden, konturlardan uzak durarak solgun renklerle yalınlığa giderken, ayrıntıları bir kenara bırakıp bütünlüğe önem verdi.


(6) Pablo Picasso ( 1881 –1973): Cezanne’nın temelini attığı Kübizm akımının en popüler sanatçısı İspanyol ressam Picasso; en çok mağara resimlerinden ve ilkel heykellerin soyutluğundan etkiledi. Pembe dönem, mavi dönem, kübizm gibi farklı ifade süreçlerin içinde kolaj, baskı, seramik, heykel, kavramsal sanat çalışmaları yaptı. Bir arayış içinde olmadan içinden hangi sanatsal tavır geliyorsa onu gerçekleştirdi (“ben aramam, bulurum”). Duyarlılığını politik çevrelere, halka ve dünyaya ulaştırdı. Çok güçlü bir desen altyapısıyla yazı yazar gibi çizimi, deformasyondaki ustalığı, renkteki yetkinliği, konuya önem vermeyen özyaşamöyküsel resim diliyle, sanat tarihi içinde çok özgün bir yerde bulunmasına, güçlü sezgiselliğini (Guernica), şöhretini, yaşadığı süre içindeki zenginliği ve popülerliğini de eklersek dünyanın en çok tanınan ressamı diyebiliriz onun için.



(7) Salvador Dali (1904 – 1989): Metafizik resimden, ön–raffaellocu gerçeklikten, psikanalizden etkilenen gerçeküstücü İspanyol ressamı; göz aldatmacasına dayanan erimeler, başkalaşımlar, benzeşimler gibi saplantılı bir plastik anlatım içinde, gösterişe düşkünlüğe ve olağan dışı davranışlarıyla, günlük uğraları alaycı bir tavırla düşsel hale getirmeyi amaç edindi.


(8) Kasimir Malevich (1878 – 1935 ): Çağdaş Rus ressamı Malevich “içeriksiz bir dünya ya da kurtarılmış hiçlik” olarak tanımladığı, sübrematizm (yüceleyicilik) adını verdiği sanat anlayışının, insanı nesneler ile ilgili şeyler düşünmekten kurtarmanın yolu olduğunu söyledi. Ona göre parçalanmış bir dünyada parçalanmış gerçekler ile yaşamak zorunda kalan insan için tek yol içeriksik bir dünya yönelmektir. ‘Beyaz düzlem üzerinde beyaz kare’ adlı yapıtı sübrematizmin vardığı son noktadır, sanatın sıfır noktasına varıştır. Malevich için sübrematizm ne kübizmden, ne fütürizmden ne de konstrüktivizmden doğmuştur. Çünkü o hep savundu ki, “içeriksizlik hiçliktir ve hiçlik başka bir şeyden meydana gelmez.”

1996, Milliyet Sanat Dergisi.